Bir insan durup dururken neden gidip başkalarını kendi inandığı dine inanmaya davet eder?
Bu soruya verilebilecek herhangi bir cevabın “çıkar” içermemesi mümkün müdür?
Sahi, nedir bu “Tebliğ” diye vitrinde sergilenen uygulamanın maksadı?
İnsan ırkı tarih boyunca kendi görüşünü yayma mücadelesi vermiştir. Bu mücadelede bazen “katliam” gibi saldırgan yöntemler kullanmış bazen de “tebliğ” gibi barışçıl görünümlü yöntemler kullanmıştır.
“Barış için savaşıyoruz” diyerek saldırgan yöntemleri meşrulaştırmaya çalışan birileri olsa da bu yöntemlerin ne kadar menfaat odaklı ve emperyalist olduğunu ispat etmeye gerek bile yoktur.
Fakat “tebliğ” gibi vitrinde güzel gözüken ve barışçıl görünümde sunulan yöntemlerin menfaat odaklı ve emperyalist olduğunu kanıtlamaya gerek vardır. Çünkü tebliğ gibi örtülü olarak menfaat amaçlayan barışçıl görünümlü uygulamalar insanlara meşru birer yöntem hatta hak gibi sunulmaktadır. Bu meşruiyeti temellendirmek için ortaya atılan bazı argümanlar şöyledir:
- Diğer insanların doğru dine(kendi dinine) ulaşamama ihtimali
- Diğer insanların yanlış veya geçersiz dine(kendi dini dışındaki dinlere) sahip olması
gibi argümanlarla tebliğ uygulaması meşrulaştırmaya çalışılır. Bu çalışma çoğu zaman başarılı da olur. Çünkü herkes bu argümanları kendi penceresinden değerlendirmektedir. Örneğin tebliğin meşrulaştırılmaya çalışıldığı bir ortamda kimse şunları sormaz ve cevaplamaz:
- Diğer insanlar yanlış dine mi inanmaktadır ki, onlara doğru din tebliğ edilmelidir?
- Diğer insanlar yanlış dine inandıklarını kabul etmekte midir, yani bir doğru arayışı içerisindeler midir ki onlara doğruyu söyleme(tebliğ etme) hakkı elde edilmiş olur?
Hak, hukuk tanıyan tüm insanların özvicdanında yanıtlaması gereken sorunlardır bunlar. Zira tebliğ konusu açıldığında hemen herkesin aklına kendi dininin başkalarına tebliğ edildiği sahneler gelmektedir. Çok az insan “başkaları gelip kendi dinlerini bana tebliğ etmeye kalksa ne tepki veririm?” diye düşünür.
Zihinde hep “tebliğ eden, doğruyu yayan, barış elçisi” rolü canlandırılır (veya canlandırılması istenir). Kimse tebliğ edilen, yanlış sahibi, kusurlu” rolünü zihninde canlandırıp empati yapmaz. Emperyalizmin doğası budur çünkü. Emperyalist, başkalarının ne düşündüğünü ve ne hissettiğini önemsemez.
Bu nedenle Türkiye’nin bazı şehirlerinde İncil dağıtanlar linç edilmiştir. O İncil dağıtan insanların adı hemen “misyoner” koyulur. “Tebliğ eden” kişiye saldırıldığında bu haksızlık olacağından ötürü onlara “tebliğ eden” denmez, “misyoner” denir. Farklı bir isim takılarak olumsuz marka imajı “öteki” olana atılır.
Ancak bu yazı hak-hukuk tanıyan ve herkesin düşüncelerini önemseyen kişiler okusun diye yazıldığı için bu soruyu cevaplayacağım.
“Başkaları gelip kendi dinlerini bana tebliğ etmeye kalksa ne tepki veririm?”
- Ben zaten en doğru dine inanıyorum.
- Ama sizin dininiz yanlış/geçersiz.
tarzında yanıtlar olacaktır çoğunlukla.
Kısacası demek istediğim, herhangi bir şey(din, ürün, yaşam tarzı, mezhep, topluluk) siz ona ihtiyaç duyup onu aramadan o sizi buluyorsa buna “reklam” denir. Reklamların çıkar amaçlı olduğunu söylemeye gerek yoktur.
“Tebliğ ile reklam aynı şey mi?” diye sorabilirsiniz. Bu soruya cevabım “evet” olmakla birlikte bu soruyu sorduran etken kanımca “reklamların yalnızca ticari/parasal çıkar güttüğünü” sanmaktır. Reklamlar bazen ticari çıkar güder, bazen bilinirlik/tanınırlık elde etmeyi hedefler, bazen belli bir yere kalabalığı toplamayı ve bir şekilde çoğunluğu elde etmeyi amaçlar. Dolayısıyla yalnızca ticari çıkar güden yayınlara reklam demek sığ bir bakış açısıdır.
Burada uzun uzun tebliğ uygulamasından elde edilen mikro ve makro boyuttaki çıkarları anlatmak mümkündür. Ancak işin mantıksal temeli ve çelişkileri izah edildiğinden dolayı bu konu başka bir yazının konusudur.